Kent yoksullarının içinde yaşadıkları toplumsal varoluş koşullarını, yaşadıkları ilişkileri ve sosyal dışlanma süreçlerini, çocuklarının diğer yaşıtlarına göre maruz kaldıkları çeşitli eşitsizlikleri (eğitim, teknoloji, sağlık vd.), toplumsal hiyerarşideki sömürü ve tahakküm ilişkilerini, varsıllara bakışlarını, hayata ve yoksulluğa bakışlarını, yaşadığı kente dair deneyimlerini yıllardır ilk ağızdan dinleyen biri olarak şunu söyleyebilirim ki yoksulların-madunların böylesine yokluk çektikleri bir zamanı hatırlamak çok zor. Kurum, kuruluş, dernek ve kişilerden aldıkları sosyal yardımlarla eğer sağlık durumları yerindeyse yevmiyeli çalıştıkları günübirlik işlerden -tabii iş bulursa- kazandıkları gelirle insanlar evlerinin kirasını bile ödeyemezken onlardan bir de kısıtlı yardımlarla geçinip kirasını ve faturalarını ödeyip gıdaya, hijyene, giyime ve ısınmaya para ayırıp üstüne bir de çocuklarının eğitim hayatını düşünmelerini ve sosyal hayata karışmalarını beklemek peri masallarında bile karşımıza çıkamayacak kadar fantastik bir başyapıt olur. Yoksulluğu herkes birbirinden farklı ve tekil biçimlerde yaşarken aynı ailedeki/hanedeki kişilerin bile bu yoksulluğu anlamlandırma ve hissetme süreci de farklı oluyor. Örneğin ilkokula giden bir öğrenciyle liseye giden bir öğrencinin, bir yaşlıyla bir gencin ya da bir kadınla bir erkeğin, bir anneyle bir babanın, kronik hastalığa sahip ya da engelli bir bireyle sağlıklı birinin yoksulluğu anlamlandırma süreçleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla hissettikleri de farklıdır. Unutulmuşluk, çaresizlik, kimsesizlik, mutsuzluk, umutsuzluk, dışlanmışlık gibi duygularla hayatlarına devam etmeye çalışan madunların bence en yoğun olarak yaşadıkları duygulardan biri de yarınsızlık; çünkü sadece günü kurtarmak için yaşamak zorundalar. Bu duygulara bakarak yoksulluğu siyasal, kültürel, eğitsel araçlardan yoksunluk, kendini ifadeden yoksunluk, değer görmeden ve yarınlardan yoksunluk anlamlarıyla da okuyabiliriz. Alım gücünün düşmesiyle ekonomik, sosyal, kültürel sermayeden de yoksunluk olarak yaşanan yoksulluğu kategorilere ayırmamızı sağlayan çizgiler netliğini kaybetti. Artık neredeyse herkes yoksul. Öğrenciler yoksul, çalışanlar yoksul, emekliler yoksul, asgari ücretliler yoksul… Artık çalışanların bile sosyal yardımlardan faydalandığı ya da ‘Aldığımız bize yetmiyor, geçinemiyoruz’ diyerek sosyal yardım almak için başvurularının arttığı bir zamanı yaşıyoruz. Ne yazık ki kazanılan maaşlar ya da alınan sosyal yardımlar her şeye aynı anda yetmiyor, her ay muhakkak bir şey eksik kalıyor ve ertesi aya da yeni eksikliklerle giriliyor. Tüm bunların sonucunda yoksulluk, ülkemizde insanları yalnızlaştıran, kendi içine kapatan ve hayalsiz bırakan bir süreç haline geliyor. Yoksulluk maddi süreçlerle ilgili bir sorun olsa da yok sayılma ve görünür olamama durumlarının tehlikeli ve üzücü bir şekilde görünür kılındığı durumlar da var. Yakacak odun bulamadığı için çocuğunun eline saç kurutma makinesi verip intihar eden kadından, çocuğunu doyurmak için kendi bedenini satma düşüncesine giren kadına kadar yoksulluğun çeşitli tepki ve sonuçlarıyla yoksulluk görünür hale gelmektedir. Sonuç olarak bu şekilde haber olup görünür olmak da yoksulda başka yaralar açan mağduriyetler de ortaya çıkarmaktadır. Antalya’da da durum farklı ve iç açıcı değil. Antalya aldığı iç ve dış göçle konuşulsa da artan kira fiyatları ve pahalılık nedeniyle göç veren bir şehir olmaya başladı. Antalya’da geleceğe dair umutları olmayan yoksullar var. Antalya’da sessiz çığlıkları duyulmadığı için yorgun ve çaresiz hisseden madunlar var. Antalya’da yaşamak artık çok lüks. Antalya’da yaşamak artık çok zor. Sosyolog Funda ALPASLAN TALAY